Twitter

13 Haziran 2012 Çarşamba

Suriye’de bir insanlık dramı yaşanıyor.

Değil Babalar Günü’nü kutlamak orada çocuklar işkence ve zulüm görüyor.
Kiminin babası yok artık…
Kiminin Babalar Günü’nü kutlayacak bir çocuğu…

Bırakın bir günü, yaşadıkları her bir saniyeye şükrediyorlar belki de.

İşkence, tecavüz, cinsel taciz, insanlık dışı muamele…
İnsan haklarının hepsi çiğneniyor, ihlal ediliyor, tüm suçlar göz göre işleniyor ve sadece izleyip kendi kendimize konuşuyoruz…
Hepimiz buna sadece seyirci kalıyoruz.
Biz de bu suçu işleyenlerin suçuna ortak oluyoruz.

Savaş zaten kötü tamam neresinden değerlendirirsek değerlendirelim ama BM gözlemcileri, birçok ülkede yıllardır gördükleri tablolara rağmen, hayatlarında Suriye’deki gibi böyle bir zulüm yaşanmadığını söylüyor, tüyler ürpertici bir rapor sunuyorlar.

BM'nin çatışma bölgelerindeki çocukların durumuyla ilgili özel temsilcisi Radhika Coomaraswamy, Suriye'deki çalışmalarının ardından hazırladıkları raporun sonuçlarını şöyle özetliyor:

“Tabii ki savaşlarda çatışmalar sırasında çocuklar da ölüyor. Ama işkence, çocukların tankların önünde canlı kalkan olarak kullanılması ya da infazlar… Böyle bir şey yok. Gerçekten korkunç.”

Bunları okuyunca insanın tüyleri diken diken oluyor.
Bu nasıl bir vahşettir böyle?
İçim sızlıyor düşündükçe öfkeden deliye dönüyorum.

Daha küçücük çocuklara reva görülen bu muamele, hangi duygunun ya da mücadelenin eseri?
Bu yapılanlar Müslümanlıkla bağdaşıyor mu?

Haykırmak, bağırmak:
"Ya onlar çocuklar, daha çok küçükler,onlar masumlar,onların sadece sevgiye ihtiyacı var,onların hiç suçu yok ki!" diye feryat etmek istiyor insan.
Ama sesi çıkmıyor!

Babalar Günü yaklaştığı için kampanya haberleri yapıyorum çocuklar babalarına hediye seçsinler diye…
Ama içim sızlıya sızlaya, kendime inanmaya inanmaya…

Suriye’de çocuklar kan ağlıyor!
Kan kusuyor.
Ölüyor, yok ediliyor.
Çığlıklarını kimse duymuyor.

Bitmiyor, durmuyor, durdurulamıyor bu zulüm…
Kimse hiçbir şey yapamıyor.

Haberlerini, sadece onların haberlerini yapayım istiyor, okuyor okuyorum, okudukça onlar adına daha çok korkuyorum.       Bakamıyorum gördüğüm fotoğraflara…
İçim kaldırmıyor, ruhum elvermiyor…

Şartlar elverse gitsem, sarılsam bir tanesini kurtarabilsem keşke diye, çaresiz kendimi kandırıp telkin etmeye çalışıyorum ama olmuyor.

Başaramayacaklar ama…
Biliyorum başaramayacaklar sonunda.
Buna inanmak istiyorum.
Yaptıkları cezasız kalmayacak elbette.
Kimse sonsuza dek sessiz kalmayacak!

Ne kadar esir alsalar da, ne kadar işkence etseler de, onların içinden bazı çocuklar yaşayacak ve ayakta kalacak.
Ve bir şekilde büyüyecek.
Yaşadıkları travma, yüreklerinden ne yazık ki hiç ama hiç silinmeyecek.
Onlar acılarıyla, gördükleri zulümle büyüyecek…

Ne yapmalı, ne etmeli, onları nasıl iyileştirmeli, bunun bir yolu olmalı diyor insan diyor da…
Ne yapıyor?
Ne yapıyoruz?

Tüm bu düşüncelerle boğuşurken, günlük savaşsız hayatımızın içinde, çocukları düşündüğüm her an elime sevgili Tayfun Talipoğlu’nun kitabını alıyorum, sayfaları çeviriyorum, fotoğraflara bakmak istiyorum.
Ama o yalansız, masum, saf çocuk gözlere bir türlü bakamıyorum.
Kaçırıyorum gözlerimi.
Bakamıyorum, çünkü utanıyorum.

Elimden bir şey gelemiyor kuru kuru üzülmekten başka diyor…
Bu sefer çaresiz kendimden utanıyorum.
İçim kan ağlıyor, sadece şiiri okuyorum.

Beynimden sürekli geçen, kulaklarımda ‘çın çın’ çınlayan sadece şu dizeler oluyor:

“Onlar çok ve çocuklar…
GÖZLERİNDEN dillerine dökülürse bir gün SORULAR,
Sürdürebilecek miyiz aynı YALANI?
Yoksa yine SUSTURACAK MIYIZ onları?
Onlar çok ve ÇOCUKLAR
Sessiz de kalsalar, bizi BAĞIŞLAMAYACAKLAR
MAZARETLERİMİZE inanmayacaklar…
Yaşamımızda görünmedikleri her karenin, HESABINI SORACAKLAR.
Hazırlıklı olmak gerek:
ÇÜNKÜ ONLAR, ŞİMDİLİK ÇOK VE ÇOCUKLAR”


Ferda ŞEN

Bahçeşehirnews 

E-mail: ferdasen@bahcesehirnews.com

3 Haziran 2012 Pazar

Bir Başka mıydı Benim Memleketim? 


Ben asla kendi memleketimden başka bir yerde yaşayamam dediğim benim memleketim bu mu?

Ben bu şehre aşığım, bu şehir başka bir şehir, öyle bir büyüsü var ki çeker alır seni bir anda içine dediğim şehrim, memleketim bu mu benim?

Bir başka mıdır benim memleketim gerçekten?

Doğru mudur o hepimizin sevdiği, tek yürek, tek ses yıllardır nesilden nesile söylediğimiz tıpkı o şarkıdaki sözlerde olduğu gibi midir?

Gerçekten bir başka mı benim memleketim?

Ah ki ne ah!...

Ah ki ne kadar yanılmışım!

Ah ki ben yıllardır boş yere kendimi kandırıp durmuşum…

Daha dün, bırakın kendi fikrini ya da bir topluluğun ezilmişliğinin savunuculuğunu yapmak uğruna toplanmış bir kalabalık içinde olsun, alt tarafı diyebileceğiniz bir kavgayı ayırmak için ölen o gencecik insanın öldüğü memleketim mi bu benim?

Daha dün, 3 yıldır İtalya’da istediğimiz şartlar gelişmediği için, orada yaşayan kızıma artık dön dediğim ama esasında dönmesini istemediğim memleketim bu benim?

Bir anne kızına kavuşacağı, kendi memleketinde kızı ile birlikte yaşayacağı için mutlu olması gerekirken ben mutsuzum ne yazık ki sonunda!

Ne acı ne ızdıraptır ki bu?

Diyemedim çocuğuma “Gelme yavrum!”

Daha dün bir kavgayı ayırırken gencecik bir çocuk öldü bu memlekette…

“Ben senin daha çok uzun yıllar yaşamanı istiyorum.”

“Ben senin kendi memleketinde ‘MUTLU OLMANI İSTİYORUM’ diyemedim.”

Her ne kadar takip ediyorsa da bir ara sadece “Kürtaj” ile ilgili olanları biliyor musun diye sorabildim, ama o da dönüş planları konuşması arasında havada asılı kaldı yazık ki!

Diyemedim kızıma “Dönme annem…”

“Burada artık eskisi gibi yaşayabilir misin bilmiyorum” diyemedim…

Bu mudur benim memleketim?

Havasına suyuna, taşına toprağına, bin can feda bir tek dostuma ruhuyla “Dön annem diyemedim.”

Sadece annelik ruhuyla, onu yaşadığım sürece şartlar nerede ve nasıl olursa olsun koruyup kollayacağıma güvenle, en çok da bir kadın olarak kendime inancımla “Dön” diyebildim.

Sadece kendime güvendim, kendime inandım.

Ve en acı olan da bu zaten…

Keşke “Lanet olsun, ne işin var zaten baştan beri el memleketinde, gel tabi bizim memleketin suyu mu çıktı,” diyebilseydim.

Ama diyemedim!

Çünkü; “Eskiden bir başka idi benim memleketim...” 


Ferda ŞEN