Twitter

30 Ocak 2014 Perşembe

AKP-CEMAAT YETER ARTIK! HAYDİ SAVCILAR GÖREVE

Ak Parti; zamanında Erdoğan’a bir şekilde inanmış ama artık uyanan seçmen oylarının etkisiyle seçimlere ciddi derecede zayıf girecek bu çok net. Fakat hali hazırda rakiplerini karalayarak kendini aklamaya çalıştığı, kendi yandaş kanallarından uyutmaya çalıştığı seçmenin, ona yine oy verip vermeyeceği 30 Mart günü belli olacak.

Ki bu, bir yerel seçim!

Her şeyde olduğu gibi, oy kaybını da şimdiden YSK’nın içinde de cemaat yetkin ve AKP’ye komplo yapacaklar söylemleri ile uğrayacağı yenilginin faturasını cemaate kesme peşinde (bkz: Cemaatin seçim sonuçlarıyla oynayacağı iddiası)…

Elbette hezimete uğradığı takdirde halkın gözünde belki sorgulamalar daha fazla artacak ama şunu unutmamak gerekir ki bu genel bir seçim değil.

Yani 2015’e kadar iktidarda olacak olan yine AKP…
Umarım ve dilerim ki herkes bunun farkındadır.

Zira bugün yaşananlar AKP’ye kurulan komplo değil aksine AKP’nin Türk halkına kurduğu komplonun sonuçlarıdır.

Yani torba torba yasalar çoğunluğunu AKP millevekillerinin oluşturduğu mecliste görüşülecek ve geçirilecek. Savcı-yargıç-polis-dosya vs. hepsi onların kararları ile belirlenecek. İstedikleri kadar HSYK düzenlemeleri dondurulmuş olsun, bana göre anayasal bir değişiklik konusunda uzlaşma sağlanması da çok uzak bir ihtimal…

Geçtiğimiz gün göreve gelen ve ekranlardan canlı canlı görev devir törenini izlediğimiz İstanbul Başsavcısı, ilk icraatlarını çoktan gerçekleştirdi bile (bkz:İstanbul Başsavcısı’nın rengi belli oldu!)…

Bunun örnekleri paralel yapı ortaya atılmadan önce de görüldü ve yaşandı. Onca itiraza, soru önergelerine istedikleri tüm yasaları geçirdiler, milleti asıl kendileri fişlediler.

Başbakan bugün yakındığı cemaat-paralel yapı adı her neyse, hem bu ülkenin başına kendi sardı şimdi de bin türlü komplo teorileriyle mağduru oynuyor.

Kumpası kuran cemaatle sözde mücadele ediyor havasında işi meşrulaştırmaya çalışan Başbakan, hem halkın gözünde mağdur görünecek, hem de ola ki iktidar elden giderse 'şimdiden ben de kendi paralel yapımı kurayım ki tüm güç gene ben de olsun' diye uğraşıyor. Bu da bir ihtimal zira!

Oysa ki asıl bu ülkenin başına komplonun en büyüğünü kuran Başbakanın kendisi. Üstelik en çarpıcı olanı da eğer bu söylediği o boyutlarda olsa çoktan önlemini alır, bu yolsuzlukların hiç birini duymazdık bile.

Yani özetle derdi yolsuzluk dosyalarını kapatmak, mağduru oynamak ve baştan beri sinsice tam aksini iddia etmesine rağmen asıl istediği düzeni bu ülkeye getirmek.

Bu düzen ne mi?

Söylemeye gerek yok ki herkes biliyor zaten!

Halefiyle arası açılıp ona güvenemeyeceğini anlayan Başbakan bütün tasfiyeleri, yarın öbür gün genel seçimlerde kaybeder ve iktidar koltuğunu başka bir partiyle paylaşmak zorunda kalırsa diye, şimdiden kendi paralel yapısını deneme yanılma yöntemiyle kurmaya çalışıyor ve kendini koruma altına alıyor. Bir yandan da yolsuzluk ve rüşvet davalarının önüne geçmiş oluyor.

Birçok kişinin aksine ben paralel yapı çekişmesini, Başbakan’ın beklemediği ya da yaşanan tüm gelişmelerde hazırlıksız yakalandığı değerlendirmesine katılmıyorum. Erdoğan’ın zekasını küçümsediklerini düşünüyorum.

Başbakanın, yıllar önce çoktan hazırlamış olduğu kusursuz planının meyvelerini tam görmeye başlayacağı bir zamanda karşısına çıkan ve öngöremediği "tek gerçek Gezi" olaylarıdır (bkz: Gezi olayları demokratik bir haktır).

Çünkü ulu önder ulu manitu havasında bu ülkeyi yönetirken kimsenin kendine karşı çıkamayacağını düşünmüş, intikam ve kibrine o kadar yenilmiştir. Bu rahatlıkla da saldırırcasına her şeye hükmetmeye çalışmış ve en büyük yanılgısını da Gezi olayları ile yaşamıştır. Medyası, yargısı, ekonomisi ile her bir koldan hakim olduğu devletin gücü ile halkın bir kesiminin ona başkaldırabileceğini düşünememiş ve süreci de yanlış yönetmiştir.

Gerek aydın gerek daha apolitik kesimlerden insanlar, onun bu kadar kin ve intikam duygularını başta çok göremediyse de artık farkında ve çok öfkeli. Başbakan’ın şimdilerde birçokları tarafından dile getirilmeye yeni yeni başlanan ve bence en başından beri hep içinde olan korkunç ve gizlemeye dahi gerek görmediği öfkesi, tehditleri, tarzı hep aynıydı. O hep intikamla doluydu. Kimileri çıkar, kimileri bir yerde koltuk kimileri de cebini parayla doldurmak için tüm bunlara göz yumdu, sayfalarına taşımadı bile! Zira o vakitler işlerine geliyordu ve hala bu vakitlerde dahi işlerine geliyor.

Oysa ki Başbakan, 2002 seçimlerinden önce de televizyonlarda yayınlanan kasetlerinde (Show Tv- Genel Yayın Yönetmeni Reha Muhtar) bugün söylediğine benzer söylemleri söylüyor ve aynı tondan bu halka sesleniyordu. Bakın bugün onlar sus pus ve Başbakan’ın sesi az çıkan yandaşları rolünde…

Ama artık bugün ve bu kez iktidar ile cemaat arasındaki kavga, tüm şiddetiyle medyada alenen yaşanıyor gözümüzün önünde ibretlik bir biçimde..

Zaten itiraz edenlerin de başına gelenleri hepimiz biliyoruz. O yüzden tüm bunlara çanak tutan, çığırtkanlık yapanların hepsi de suçlu. Hala da bu suçları sürdürüyorlar.

Milletvekili, bakan, medya mensubu, iş adamları, polis, cemaat, savcı, hakim eğer kim varsa bunun içinde hepsi de suç ortağıdır ve günü geldiğinde de yargılanmalıdır.

Eğer içlerinde temiz, dürüst, ayakta kalmaya çalışan vicdan sahibi insanlar varsa ki elbette vardır. Az sayıda olsalar da onlara sözüm yok kesinlikle. Umarım onlar sayesinde, duyduklarımız dışında da henüz hala bilmediğimiz diğer kirli-gizli-çirkin işleri de ortalığa iyice saçılsın ki gerçek yüzlerini tüm vatandaşlarımız görsün.

Ancak bunca sözden sonra asıl meseleye gelecek olursak da ben, varsa eğer asıl dürüst savcı ve yargıçlara seslenmek istiyorum:

“Acaba bu ülkeye tam da içinde bulunduğumuz şu günlerde, ödemeniz gereken bir borcunuz yok mu?”

“Çocuklarımızın geleceği adına, ülke bütünlüğü, birlik ve beraberliği adına istedikleri kadar engellesinler, yapacağınız hiçbir şey yok mu?”


“Hatırlamalısınız! Gezi’de avukatlar, doktorlar sokaklara dökülmedi mi?”

“Siz niye duruyorsunuz ki hala öyleyse?”

"Şu anda vatandaş olarak bizim elimizden gelen bir şey olmadığına göre, asıl görev size düşüyor. Tehdit aldığınızı tahmin etmek zor değil ki işittik, zorlandığınızı, gelecek kaygınız olduğunu, ailenizin hayatlarından endişe ettiğinizi de biliyoruz elbette ama birilerinin elini taşın altına koyması gerekmez mi sizce de?”

Bunun örneklerinin diğer ülkelerde yaşandığı ekranlardan anlatıldı bizlere…

Şu saatten sonra kimse kanun falan demesin, dinleyecek halimiz kalmadı zira hukuk çoktan hükmünü yitirdi bu ülkede.

Adalet Bakanı denilen adaletten yoksun kişi, kendisi hakkında hazırlanan fezlekeyi 'kendisine verilen yetkiyi kullanarak hiçbir şey olmamış gibi' geri gönderebiliyorsa daha başka söz ne gerek var ki? Daha dün 90 savcı daha gitti. Yargıda yaşanan depremin tarifi yok bile…

Ve fakat asıl hiçbir şey yapmayanlar, yarın öbür gün bunun hesaplaşmasını kendi vicdanlarında yapacaklar.

İşte tam da bu yüzden bu hukuksuzluğu, bu gidişatı durduracak hareket, hukukçuların birleşmesinden çıkmak zorunda. Halk sadece adalet ister. Başına bir iş gelince elbet yaşayarak öğrenir belki bazı şeyleri ancak bu işin nasıl çözümlenmesi gerektiğini en nihayetinde en iyi hukukçuların kendisi bilir.

Mecliste bir avuç milletvekili beğenelim beğenmeyelim itiraz etmeye çalışıyor, kadın şiddetini durduracağız diye didinmemiz gerekirken bir de üstüne erkekler erkeklerden şiddet görüyor.

Yani AKP iktidarı sokakta ve bürokraside halka, mecliste de millevekillerine çoğunluktan aldığı güçle otoritesini dayatıyor.

Demokrasi tanımıyor. İnsan haklarına dair ne varsa hepsini ihlal ediyor.


Şunu unutmamalıyız ki beğensek beğenmesek de doğruları söylemek, halka gerçekleri anlatmak uğruna yıllardır sürülmeyi, işkence görmeyi, öldürülmeyi göze alan nice vatansever kendilerini öne attı ve hayatını kaybetti bu ülkede.

Memleket elden gitmiş, yargı Başbakan’a, MİT Başbakan’a, asker Başbakan’a, Merkez Bankası Başbakana, internet Başbakana, eğitimden sanata her şey Başbakan’a bağlanmışsa geriye daha ne kalacak acaba?

30 Mart günü oyu düşse dahi ondan sonra 2015’e kadar neler yaşayacağız acaba? Hiç düşündünüz mü?

Dış ilişkiler, Suriye, tırlar, İŞİD, çözüm süreci gibi konulara gelemedik bile şu ana dek gördüğünüz üzere…

“Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir ” sözlerinin bugünü ne kadar tarif ettiğini görebilmek için, ille de Atatürkçü olmak ya da ona inanmak ve Atatürk'ü sevmek gerekmiyor ki!

İster sevelim ister sevmeyelim, ister inanalım ister inanmayalım, yukarıdaki sözler üzerinde düşünmek için bunları yaşamamız ya da tüm bunların dış güçler tarafından mı yapılması mı gerekiyor?

Dünyanın gözü önünde ulusunu tehdit eden, bunları yapmıyormuş gibi gidip bir de AB'ye bizim asla yapmayacağını çok iyi bildiğimiz halde, 'yapacağım yalanını' söyleyerek şirinlik yapan bir Başbakan, ne yazık ki bizim başımızda hala!

Dün TÜSİAD’ı tehdit eden, bugün köşeye sıkışınca Merkez Bankası’nın kararına sesi çıkmayan ve halkını aptal sanan bir Başbakan, bizim başımızda hala ve olmaya da devam edecek ne yazık ki hala!

Korku ölmekse eğer, vatan elden gittikten sonra yaşamanın ne anlamı kalacak ki?

Bugün ses çıkarmazsak eğer, ileride yaşayacaklarımızı tezahür etmek hiç de zor olmasa gerek!


Var mı bu ülkeden başka gidecek yerimiz?

Varsa sussun herkes ne diyeyim!

"Ama yoksa ve ülkenizi ve çocuklarınızı seviyorsanız, geleceğinizden endişe ediyorsanız eğer, korkmadan yılmadan her şeyi göze alıp harekete geçmek zamanı çoktan gelip geçmedi mi sizce?"

Haydi savcılar, hakimler harekete geçmenizi bekliyoruz.

Anayasa Mahkemesi var, Cumhurbaşkanı var, veto meto demesin lütfen hiç kimse!

O zamana kadar atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti bile herkesin bildiği üzere...

Erdoğan oy kaybedeceğini, belki de genel seçimlerde iktidarı paylaşmak zorunda kalacağını gayet iyi biliyor. Bu yüzden hala gücünü sürdürmek için çabalıyor, son kozlarını son derece tehlikeli bir biçimde oynuyor. Bunu görmek lazım!...

Özetle durum çok fena, durum çok vahim.

Ülkemiz uçuruma sürüklenme eşiğini geçti, düşüp parçalara ayrılması an meselesi.

Peki bunun bedelini ödeyebilecek gücü var mı bu halkın sizce?


Susar, itiraz etmez ve hakkımızı aramazsak, ödeyebilecek miyiz bunun vebalini milletçe?

Çocuklarımızın geleceği üzerine oynanan bu sinsice oyunun, söylenen yalanların hesabını sormadığımız için, bizler cevap verebilecek miyiz onlara günü geldiğinde?

Yaşayabilecek miyiz bu ülkede özgür ve adil bir biçimde gelecekte hep birlikte?

Suriye’den daha beter hale gelmeyecek mi bu ülke bu gidişle?

Tam aksine, artık son sürat oraya doğru gidiyoruz. Ortalığı yakıp yıkıyor Erdoğan ve hükümeti el birliği ile...

Bir düşünün!

Bunca baskıya, bunca sansüre, bunca yolsuzluğa, bunca tehdide ülke sıfırı her alanda tüketti. Bunun birinci derecede sorumlusu Başbakanın kendisidir. Bu yaptıkları da son çırpınışlarıdır. Zira yolsuzluk ve asıl kendi dikta girişimlerini sağır sultan bile duydu artık hala yalan dolan.

Bu halk Gezi’de dur demeyi bildi, gençler canı pahasına karşı dimdik durabildi, anneler-babalar evladına sahip çıkabildi. Ama halk ancak bunu yapabilir. Son minvalde gider oyunu verir fakat bu kez bu da çözüm değil!

30 Mart ya da 2015’e kadar bu ülke sağ çıkamaz bekleyemez.

Haydi savcılar, hakimler harekete geçmenizi bekliyoruz.


Kimi nereye atarsa atasın ben birilerinin cesaret gösterip bir çaba göstereceğine inanmak istiyorum hala…

Yoksa çok geç olacak.

Ve bu canım ülkemize çok ama çok yazık olacak!


Ferda Şen

E-mail:
 ferdasen@bahcesehirnews.com

Twitter: @ferdassen

Facebook: Facebook.com/ferdassen

Blog: ferdasen.blogspot.com

10 Haziran 2013 Pazartesi

Sanatçıları tehdit etmekten vazgeçin artık!


Sanatçılara sahip çıkmak vatandaşlık görevimizdir
 
Gezi Parkı olaylarının 13. gününde Halk TV canlı yayınına katılan sanatçılar Güvenç Dağüstün ile Şebnem Gürsoy, Gezi Parkı'nı değerlendirdikleri programda, protestolara destek verdikleri için ciddi anlamda tehdit edildiklerini, hedef gösterildiklerini söyledi.

Tehdit alıyor hedef gösteriliyorlar

Gerek telefon gerek sosyal medya hesaplarından her gün çok sayıda tehdit mesajları alan sanatçılar, bunun görülmediğini, bu durumun artık çok tehlikeli boyutlara ulaştığını söylerken Güvenç Dağüstün, "Buradan suç duyurusunda bulunmak gerekir. Eğer herhangi bir sanatçı arkadaşımızın başına bir şey gelirse, bunun birinci dereceden sorumlusu Başbakan ve AK Parti hükümetidir" dedi.

Programa canlı telefon bağlantısıyla katılan sanatçı Mehmet Esen, eylem yapan gençlerin pırıl pırıl olduklarını ve onları korumak için orada bulunduğunu dile getirirken, Yavuz Bingöl Başbakan'ı anlayamadığını belirtti. Bingöl, "Ben bir sanatçı olarak Başbakan'ın barış sürecine destek vermiş biriyim ama Gezi Parkı sürecinde yaptığı açıklamaları bir türlü anlayamıyorum. Sanatçılarla siyasetçiler halktan beslenir. Biz halkın yanında olmayacaktık da ne yapacaktık?" diye konuştu.

Yine telefonla bağlanan Sermiyan Midyat ise aldıkları tehdit mesajlarının görülmesi gerektiğini belirtirken, Kürşat Başar ise Başbakan'ın bu tavrı bilerek gösterdiğini ve sadece kendisine oy veren kitleye yönelik bir siyaset izlediğini dile getirdi.

 
Dünya hükümeti eleştiriyor, bizi ise hayranlıkla izliyor!

Hiç bir ülkede bu kadar olağanüstü bir protesto görülmemişken, hükümetin onca baskısına ve uzlaşıya yanaşmamasına rağmen, Gezi'ye katılan halkın sokağa dökülmesine neden olan yıllardır süren nefret politikalarıdır.

Bu politikalarla hareket eden siyasi oluşum, uyutulduğunun bilincinde olan halkın bile, işin bu kadar ciddi boyutlarda olduğunu fark edemeyecek hale gelmesine neden olmuştur.

Bu birikim sonucu yaşadığı itirazını gayet demokratik bir biçimde gösteren Türk halkının, bir türlü öfke kontrolünü sağlayamayan Başbakan'dan çok daha üst düzeyde bu bilinci geliştirmesi ise muhteşem bir şeydir.

Herkesin dile getirdiği gibi, tüm taraftarları ve ülkeyi bir araya getiren bu eylemler dünyaya örnek olacak birçok niteliğe sahipken, bu kadar barışçıl ve üst seviyede seyrederken, bunca provokasyona, bunca tepkiye rağmen direnirken, sanatçıların çok büyük katkısının olduğunun görülmemesi inanılmaz bir cehalettir.

Hükümete yakın sanatçıların tehdit edildiği, medyada boy boy haber yapılırken, destek çıkan sanatçılarla ilgili bir habere rastlayamamış olmak ise tıpkı sanatçıların da söylediği gibi artık hiç şaşırılacak bir şey değildir.

Atatürk'ün "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir" sözü nasıl bir ileri görüşün işareti ve bugüne yansıması ise şu an içinde bulunduğumuz durumda hep birlikte desteğimizi sürdürmek de geleceğimiz adına o derece önemlidir.


Gelecekte barıştan yana olmayanlar asıl bedeli ödeyecektir
Ancak ne kadar hepimiz kendimize ait istediğimiz şeyler nedeniyle bir araya gelmiş, haykırıyor isek de özellikle bizim çocuklarımıza, gençlerimize sahip çıkan ve onlara önderlik edip, koruyup kollayan sanatçılarımıza sahip çıkmak "her birimizin insanlık ve vatandaşlık görevimizdir."Dünyanın her yerinde, sanatçıların siyasi görüşleri nedeniyle bazı durumlarda iktidarlarla karşı karşıya kalıp, fikir ayrılığına düşmüşlükleri hep görülmüş, görülecektir. Onların sanat denilen özel bir alanda mesleklerini sürdürüyor olmaları, zaten ileri düzeyde düşünen ve bunu topluma yansıtması gereken bireyler olma sorumluluğunu onlara ister istemez yüklemektedir. 

 
Susan, susturulan bir bireyden sanat yapmasını bekleyemezsiniz

Bir ülkede sanatçıların susup oturmasını beklemek ise zır cahillikten öte bir şey kesinlikle değildir.

Eğer bugün bu eylemlere sanatçılar destek vermeseydi, işte asıl o zaman daha çok korkmamız gereken günleri yaşıyor hale gelirdik ki bunun düşüncesi dahi insanın ürperten bir şeydir.

Hepimiz insanız hepimizin hataları, hayata kapılıp karşılaştığımız olaylara, öfkelerimize, mutsuzluklarımıza yenilmişliğimiz olmuş, hatalar yapmışızdır. Ama unutulmamalıdır ki bugün tüm yurtta bu eyleme destek veren sanatçıların da tıpkı hepimizin olduğu gibi çocukları, onların da gelecek kaygıları vardır ve bu gayet insancadır. Ve bunca tehdite rağmen hala sadece sağduyuya davet eden tavırları ve çabalarıyla direnmeleri sadece örnek alınması gereken bir davranıştır.

Düne kadar bizim imrendiğimiz demokratik toplumlar, bugün Türkiye'nin yaşadığı bu gelişmeler karşısında endişelerini dile getirirken, öte yandan da bu demokratik direnişe imrenerek bakmakta ve dünyanın her yerinden desteğini göstermektedir.

Benim kendi şahsım da dahil olmak üzere, en azından BahçeşehirNews olarak yürütmeye çalıştığım bu görevde, bu günlerde haber girelim, fırsatçılık yapalım endişem olmadı, olmayacak. İstesek haber girip paylaşarak daha çok hit alabileceğimiz yerde üstelik daha düşeceğini de göze alarak, elimizden geldiğince günlerdir sosyal medyadan, gerek kendi evimizde, sokakta destek olmaya çalıştık.

Taksim'e gidemedik ise de bizde hiç uyumadık. Aklımız, gönlümüz, kulağımız, ruhumuz hep Taksim'de hep Taksim'de ve yurdun her yerinde!...

Ve bunu da övünülecek bir şey olarak söylemiyor, ruh halimizi anlatabilmek için dile getiriyorum.

Ancak başından beri bu eylemde gördüklerimiz; sanatçıların ne kadar haklı olduğu ve bunun artık hükümet tarafından ciddi bir şekilde ele alınarak, acilen bir barış ortamını sağlamaları gerektiği konusunu aktarmak görevimizdir.


İşte sanatçılar ne kadar haklı buradan görebilirsiniz. Hedef gösterildikleri listeler var onları yayınlamak noktasında alet olmayacağım!

Yorum sizlerin...


 #direngezi , #direngeziparki , #OccupyGezi , #bubirsivildrenis, #flamasizgezi



Ferda Şen


E-mail:
 ferdasen@bahcesehirnews.com

Twitter: @ferdassen

Facebook: Facebook.com/ferdassen

5 Haziran 2013 Çarşamba

Sağduyu Kazanacak

Türk halkı, gururlu Türk gençleri lütfen dolduruşa gelme!

Bizi yöneten iktidar gaflete kapılmış hem halkına hem muhalefete muhalefet ederken,

Kendi hatalarını kendinden başka herkese yüklerken,

Sen hakkını savun, kendinden başka kimseye prim verme.

Haksızları sakın haklı çıkarma!

Kendi hatalarını sana mal etmelerine izin verme.

Devlet seni korumuyorsa sen onu utandır!
Vakarla karşısında insanca dur.


Ama insanlıktan uzak olanların ekmeğine ne olur yağ sürme!

Bugün eleştirdiklerimizin tavrıyla hareket etme!
Hakaret etme, nefret söylemine girme.

Şiddet görürken sen sakın şiddete uyma, uygulama,

Nefret bize ancak karanlık bir gelecek getirir,

Nefretle yönetildiğimiz için bu günlere geldiğimizi unutma!

Çoluğunu çocuğunu, anneni babanı düşün.
Birileri bizim üstümüzden hesaplar kuruyor.
Buna izin verme!

Bu ülke bizim, bu ülke hepimizin.

Biri gider, diğeri gelir.
Nasıl ki daha önce diğerlerini gönderdiysen,
Bunu da akılcı ve barışçıl yollardan gönder.

Vatan için, gelecek için, en önemlisi de insanlık için...

Sakin ol, sükunetle düşün, acele etme...

Bu bir siyasi parti meselesi, siyasi parti kışkırtması değil!...

Bir halkın gururla hakkını arama mücadelesidir unutma!


Ferda Şen


E-mail:
ferdasen@bahcesehirnews.com

Twitter: @ferdassen

Facebook: Facebook.com/ferdassen

14 Mayıs 2013 Salı

İntikam politikalarının sonu

"Biz geldik Esed kardeşimle oturduk. İki ülke arasındaki meseleleri konuştuk, istişare ettik, müzakere ettik.

-Ve Türkiye ile Suriye'yi bölgenin iki kardeş iki dost ülkesi haline getirdik mi?

-Her alanda işbirliğine gittik mi?

-Ekonomide, ticarette, dış politikada, kültürde, sanatta, ulaştırmada, bayındırlıkta işbirliği anlaşmalar imzaladık mı?

-Suriye ile Türkiye arasındaki mayınları temizlemek için adımlarımızı attık mı?
-Suriye ile aramızdaki vizeleri kaldırdık mı?

Şimdi benim Gaziantepli kardeşim cebine pasaportunu koyuyor, istediği gibi Halep'e gidiyor, Şam'a gidiyor. Halep'teki, Şam'daki, Laskiye'deki, Hama, Humus'taki kardeşim cebine pasaportunu koyuyor, Gaziantep'e geliyor.

Soruyorum kim kazandı?


Gaziantep kazandı, değil mi?
Esnaf kardeşim kazandı, değil mi?
Tüccar kazandı, değil mi?
Sanayici kazandı, değil mi?

Vatandaşım kazandı, değil mi?

Bütün o korkuların, bütün o tehditlerin ne kadar boş olduğu ortaya çıktı. Düşman üretme politikasından yarar değil, zarar gördüğümüz ortaya çıktı."

Haklısınız çıktı.

Şimdi ben de Türk halkı adına soruyorum size?

İntikam duyguları yüzünden düşman üretme politikasından yarar değil, zarar gördüğümüz ortaya çıktı mı?

Cevap: "Çıktı!"

Bu düşmanı Türk halkı mı üretti?

Cevabı sizde!...

Türk halkına dost diye anlattığınız en yakın arkadaşınız bizi sırtımızdan vurdu mu?

Cevap: "Vurdu."

Bilanço Türkiye'ye çok pahalıya patladı mı?

Cevap: "Patladı!"

51 insan hayatını kaybetti. (Sizin rakamlarınıza göre)...

Annesini, babasını, çocuğunu, kardeşiniz, arkadaşını ve daha birçok akraba ve yakınını kaybedenlerle bu sayı kaça çıkar siz hesaplayın. Ben bir örnek vereyim:" 7 çocuklu bir kadın Reyhanlı'da hayatını kaybetti. Yani sadece bir kayıp hayattan yedi öksüz çocuk, bir eş, belki anne baba, belki kardeş..."

Bu sadece bir aile...
Kaç aile yandı sizce?

Ama ne olur ki bu kadar kayıptan değil mi?
Vatandaşınız kazandı ya olsun?
Esnaf kardeşiniz, tüccar, sanayici kazandı değil mi?


Evi, arabası, işyeri, hayatı yerle bir oldu. Hayatını, elinde avucunda ne varsa hepsini kaybetti.

Sizin tabirinizle; "Vatandaşınız kazandı."


Haklısınız...

Ve yine haklısınız Türkiye ev almadı ama komşu aldı...

Aldı da komşusu da Türkiye'yi sırtından vurdu. (Siz direk Esed'i işaret ettiniz, sanki haberdarmışsınız gibi oysa olayın failleri tarafınızdan net olarak açıklanmadı henüz)

Arama kurtarma çalışmaları durdurulduktan sonra vatandaş kendisi ararken 4 cesede daha ulaşıldı. Daha günlerce arayacaktı aileleri onları acıyla...

Ama vatandaşınız kazandı ya olsun 3-5 hayat gitmiş ne olur?

Özetle doğruymuş söyledikleriniz: "Bütün o korkuların tehditlerin ne kadar "boş" olduğu ortaya çıktı!"

"Yaşasın Türkiye Suriye kardeşliği"...

Sayenizde!

Dahası var mı?
Var....

 

Birkaçını kısaca hatırlamak isteyenlere:

-15 Ağustos 2010 - Başbakan Erdoğan'ın Gaziantep Mitingi konuşmasından:

"Biz geldik Esat kardeşimle oturduk. İki ülke arasındaki meseleleri konuştuk, istişare ettik, müzakere ettik ve Türkiye ile Suriye'yi bölgenin iki kardeş, iki dost ülkesi haline getirdik mi? Her alanda iş birliğine gittik mi? Ekonomide, ticarette, dış politikada, kültürde, sanatta, ulaştırmada, bayındırlıkta iş birliği anlaşmaları imzaladık mı? Suriye'yle Türkiye arasındaki mayınları temizlemek için adımlarımızı attık mı? Suriye'yle aramızdaki vizeleri kaldırdık mı? Şimdi benim Gaziantepli kardeşim cebine pasaportunu koyuyor istediği gibi Halep'e gidiyor, Şam'a gidiyor. Halep'teki, Şam'daki, Lazkiye'deki, Humus'taki kardeşim cebine pasaportunu koyuyor Gaziantep'e geliyor. Soruyorum, kim kazandı? Gaziantep kazandı değil mi Esnaf kardeşim kazandı değil mi? Tüccar kazandı değil mi? Sanayici kazandı değil mi? Vatandaşım kazandı değil mi? Bütün o korkuların, bütün o tehditlerin ne kadar boş olduğu ortaya çıktı. Düşman üretme politikasından yarar değil, zarar gördüğümüz ortaya çıktı. Şunu unutmayın sevgili kardeşlerim..."( Bkz: http://www.akparti.org.tr/site/haberler/basbakan-erdoganin-gaziantep-mitinginde-yaptigi-konusmanin-tam-metni/6647)

- 6 Şubat 2011 - Başbakan Erdoğan: "Dostluk Barajı, İki Ülke Halkının Refahına Katkıda Bulunacak"

"Türkiye ve Suriye tüm dünyaya örnek gösterilecek. Sıkıntılardan geçilen şu dönemde barışın ve kardeşliğin önemi daha çok görülecek. Bu dostluk barajının temelini attığım için Asi nehrinin bizi birbirimizden ayıran değil birleştiren bir duruma getirdiğimiz için mutluluk duyuyorum. Dostluk barajı hayırlı olsun. Bu baraj aramızdaki dostluğun nişanesi olsun. Yaşasın Türkiye Suriye kardeşliği..." "Kardeşler arasında mayınlı arazi olmaz, kardeşler arasında vize olmaz. Biz her zaman söyledik 'ev alma komşu al' büyüklerimizin bu mirasını yerine getiriyoruz." (Bkz: http://www.akparti.org.tr/site/haberler/turkiye-bu-bolgede-sadece-ve-sadece-baris-huzur-istikrar-ve-refah-istiyor/7025

- 07 Mart 2013 Başbakan Erdoğan: Halkına zulmeden dostumuz olamaz

Başbakan Erdoğan, Hak-İş Konfederasyonu'nca düzenlenen, ''Küresel Kadın Emeği Buluşması'' etkinliğinde konuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''İki yıldır, Suriye halkı elinde her türlü savaş makinesi olan bir diktatör tarafından alçakça kıyımdan geçiriliyor. Bombardımanlarla, tanklar, toplarla. Onun da evladı var, hanımı var. Ailece görüştüğüm insanlardı bunlar ama bir anda her şey değişti. Değiştiği anda biz de kitabımızdan sildik attık. Çünkü halkına bu şekilde zulmedenler, bizim dostumuz, arkadaşımız olamaz'' dedi. (Bkz: http://www.akparti.org.tr/site/haberler/halkina-zulmeden-dostumuz-olamaz/41126)

- 20 Ocak 2013 Başbakan Erdoğan:"20 Ocak 2013 Suriye halkı barışın özlemi içerisinde"

Bunun için bu rejim lanetlenesi bir rejimdir. Merak etmeyin, zulm ile abad olunmaz. Fetih Suriye halkı için yakındır, ben bunu görüyorum. Hiçbir zaman zalimler o koltuklarda ilelebet kalamadılar. Bu, babasını geçti. Babası Hama'da, Humus'ta zulmetti, 30 bin insanını, Müslümanı öldürdü. Bu ise şu an itibarıyla 60 bin Suriyeli kardeşimizi öldürdü; çocuk, kadın, yaşlı acımaksızın. Mültecilerin sayısı şu anda 600 bini aştı. Bununla ayakta durması mümkün mü- Gidecektir; bunu görüyorum ve Allah'ın yardımı yakındır. Hiç endişe etmeyin.'' Suriyelilerin kaldığı kampları ziyaret edeceğini söyleyen Erdoğan, ''Az önce sağ ayağı kopmuş bir yavrumuzun bana fotoğrafını gösterdiler. Böyle bir cani durabilir mi, bu zalim durabilir mi- Durmayacak ve gidecek. Onlarla beraber hareket edenler inanıyorum ki ayakta kalamayacaklar'' diye konuştu. (Bkz: http://www.akparti.org.tr/site/haberler/suriye-halki-barisin-ozlemi-icerisinde/36661)

Ferda Şen


E-mail:
ferdasen@bahcesehirnews.com
Twitter: @ferdassen

Facebook: Facebook.com/ferdassen
 

12 Mart 2013 Salı

CNN'in büyük gafı!

 

CNN'in her sabah yaptığı haber toplantısında günün gelişmeleri, haberler, etkinlikler konuşulur. Kanalın günlük programları özetle dinleyicilere aktarılır.

Ama bu sabah, Ferhat Boratav'ın koordinatörlüğünde her sabah benim de keyifle takip ettiğim haber toplantılarında yapılan gaf karşısında, şaşkınlık içinde kaldım.

Hadi biri yanlış biliyordu diyelim, olabilir insanlık hali!

Ama toplantıda bulunan tüm gazeteciler de yanlış biliyor anlaşılan ki kimse yapılan hayatı düzeltmedi.

Toplantının sonlarına doğru, Afiş programınında neler var diye anlatmaya başlayan program koordinatörü Aslı Öymen, öyle büyük bir hata yaptı ki şok oldum.

Hadi dili sürçtü desem o da olamaz çünkü birkaç kez aynı şeyi üstelik daha da batıra batıra anlattı.
Ve izleyenleri de yanlış bilgilendirmiş oldu.

Hepimiz insanız hata yapabiliriz ama bu kabul edilir türden değildi, bu yüzden düzeltmek de farz oldu.

Neden mi?

Bu sezon Devlet Opera ve Bale'nin sahneye koyduğu "Kuğu Gölü Balesi", bu akşam ve Perşembe akşamı Bahçeşehir Kültür Sanat Merkezi'nde sahnelenecek de ondan!...

Bu temsilden bahseden Sayın Öymen, 80 kişilik bir kadrodan oluşan Kuğu Gölü balesinin sahnelenebileceği bir salonun bulunamadığından dem vurayım derken kendisi durumu daha da kötü hale getirdi." Zaten AKM kapalı ve bu 80 kişilik kadro baleyi sergileyecek bir sahne bulamıyor" dedi. Ve bu nedenle "Devlet Opera bale sanki kendi içinde turneye gider gibi temsili Bahçeşehir Üniversitesi sahnesinde, Bahçeşehir Kültür Sanat Merkezi'nde sergileyecek" dedi.

Yetmedi...

Sözünü bu kez "Bahçeşehir Üniversitesi sahnesinde sergilenecek" diye bitirdi.

Ben de pes dedim tabi...

Ve bu yüzden de; "Bir kültür sanat programı yapıyorsunuz ve parmakla gösterilecek kadar az sayıda olan sahnelerin kime, nereye ait olduğunu bilmiyor sunuz?" diye sormak istiyorum...

Türkiye'de zaten kaç tane sahne var?

Kaç tane büyük çapta kültür merkezi var?

Bu kadar az sayıda olan merkezleri de yanlış biliyorsak yazıklar olsun bize!

Hem yakınırız sanata gereken önem verilmiyor diye hem de görülen o ki zır mı zır cahiliz hepimiz bu konuda!...

Bir kere Bahçeşehir Kültür Sanat Merkezi Bahçeşehir Üniversitesi'ne ait değildir.

Bahçeşehir Başakşehir'e bağlanmadan önce dönemin Bahçeşehir Belediyesi Başkanı Kemal Aydın ve ekibi tarafından projelendirilip yapımına başlanmış büyük bir sanat merkezidir.

Bahçeşehir Belediyesi, merkezin yüzde 80'ini tamamlamış ardından Bahçeşehir'in Başakşehir ilçesine bağlanması ile BKSM Başakşehir Belediyesi'ne devredilmiştir.

Açılışını 18 Aralık 2011 tarihinde Birleşmiş Krallık'ın en prestijli orkestralarından Royal Filarmoni Orkestrası'yla yapan Bahçeşehir Kültür Sanat Merkezi, 19 Temmuz 2012'de ise Aşk-ı Memnu adlı opera ile 3. Uluslararası İstanbul Opera Festivali'nin kapanışına ev sahipliği yapmıştır.

Daha sonra merkezin kalanı Başakşehir Belediyesi tarafından tamamlanarak açılışı gerçekleştirilmiştir. Mülkü Başakşehir Belediyesi'ne aittir.

Anadolu Ateşi'nden Anjelika Akbar'a dek son derece kaliteli konser, tiyatro ve temsillere de ev sahipliği yapan merkezde sahnelenen tüm etkinlikler, Başakşehir Belediyesi tarafından organize edilmektedir.

Şimdi bu durumda, eğer biz de Türkiye'de sanatın durumu ve verilmesi gereken önemin yeterli düzeyde olmadığından bahsedecek ve konuda farkındalığı artıracak isek doğru bilgileri vermek zorundayız.

Ancak bu şekilde sanat adına bizler de birey olarak üzerimize düşeni yapmış oluruz.

BKSM'nin nasıl bir merkez olduğundan bahsedecek olursak da...

Bahçeşehir Kültür Sanat Merkezi (BKSM) farklı mimarisi, teknik altyapısı ve muhteşem sahnesiyle uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapabilecek donanımda inşa edilmiş, 1219 kişilik koltuk kapasitesine ve 560 m2'lik ana sahne ile sahne üzerinde 10 m çapında döner platforma sahiptir. Benzer mekanlarda kullanılan en gelişmiş ışıklandırma ve ses düzeniyle donatılan merkezde, sahne üzerinde orkestranın kullanabileceği 40 m2’lik bir orkestra çukuru da yer alıyor.
BKSM ayrıca, amfi salonundaki etkinliklerin reji odasından yönetilen 2 hareketli kamera ve 360 derecelik açıyla çekilerek fuaye ve kulislerde bulunan 11 LCD ekrandan yansıtılabileceği bir görüntü sistemine de sahip. Ayrıca Loop adı verilen bir sistemle işitme engelliler için radyatörlerden gelen sinyalleri boyunlara takılan bant aracılığıyla işitme cihazına ses olarak yansıtan bir sistem de bulunuyor.

350 araç kapasiteli açık ve kapalı otoparkıyla Bahçeşehir Kültür Sanat Merkezi, sanatseverlerin tüm ihtiyaçları düşünülerek tasarlanan dünya standartlarında bir kültür kompleksidir.

Bir dip not olarak da; bu akşam ve Perşembe akşamı Bahçeşehir'de sahnelenecek olan KUĞU GÖLÜ eserini izlemek isteyen izleyiciler için İDOBALE, saat 17.30'da İnönü Stadı'nın Kağıthane Tüneli'ne giriş tarafından iki adet araç kaldıracak. Temsil sonunda araçlar izleyicileri Taksim'e bırakacak.

Ben bu kadarını anlattım ne halde olduğumuz konusunda...

Varın gerisini siz değerlendirin!



Ferda Şen



E-mail: ferdasen@bahcesehirnews.com

Twitter: @ferdassen

Facebook: Facebook.com/ferdassen

Blog: ferdasen.blogspot.com

 

9 Mart 2013 Cumartesi

NE YAPARIM KADINLAR GÜNÜNDEN SONRA

NE YAPARIM KADINLAR GÜNÜNDEN SONRA

Ne yaparım senden sonra diyordu ya bir şarkıda.
İşte tam da öyle!
Dün kadınlar günüydü evet, kutlu olsun ama peki ya sonra?
Ne yaparız yarından sonra?

8 Mart Dünya Kadınlar Günü diye günlerdir kadın sorunlarından bahsediliyor.
Peki yarından sonra buna gönül vermişlerin dışında kaç tanesi konuyu gündeme getirecek?
Ya da kadınlar günü diye kaç kadın ölmekten kurtulacak da yaşamaya devam edecek?
Kadın hem çocuk doğurarak ülkenin genç nüfusunu artırmaya katkıda bulunacak hem de çalışarak kendi ailesine bakacak.
Peki ya kadın asıl kendini ne zaman kurtaracak?
Zaten kendini kurtaramadığı için şiddet görmüyor mu?
Kendini kurtaramadığı için çocuğu da onun kaderine mahkum olmuyor mu?
Onun çocuğunun çocuğu da yuvada ne görürse hayatı ona göre şekillenmiyor mu?

O yüzden yarından sonra da o ondan sonra da...

Müneccim olmaya gerek yok değişen bir şey olmayacak nasılsa. Gene haberlerde sıkça kadın dramları daha çok şiddet kol gezecek bolca. Türkiye'nin durumu zaten ortada. Yaşanan töre, namus cinayetleri, çocuk gelinler hala tüm çabalara rağmen çoğunlukta.

Bunca şeyin yanında acı olansa kadına kendini korumayı öğret ama erkeğin eğitilmesinden hiç bahsetme. Erkeğin bunu yapmasını önlemeye çalışmak ve bu konuda eğitmeye çalışmak da çözümün bir parçası oysa.

Daha doğarken kadına şiddet görebileceği, erkeğe de gösterebileceği aşılanıyor. Sen kadınsın sus, sen erkeksin kükre denmiyor mu? Kadına kendini koru diyen çok ama erkeğe bunu yapma diyen yok!

Bu durumda sadece erkekleri suçlamak doğru mu peki? O yüzden bu şiddet vakalarının tek bir suçlusu yok esasında.

Mağdur kadın evet çünkü ekonomik olarak güçsüz, fiziksel olarak güçsüz, analık duyguları çoğu zaman elini kolunu bağlar durumda. Erkek biraz daha rahat. Daha insani çözüm yollarını bilmediği için kolayına gelen şiddetle üstünlüğünü dayatmaya çalışıyor ama ona da öğretilen bu ki aslında.

Tabi sonuca baktığımızda en büyük acıyı çeken çoğunlukta kadın.Ölen kadın. Çocuğu geride kalan kadın. Hem fiziksel hem ruhsal acının çoğu gene kadında…

Tüm bunlar; güya eğitmek, çözüm bulmak adına yapılan çalışmalardan söz ediyorum yani sadece kadın üzerinden yürütülen tüm politikalar, esasında çok basit bir çocuk kavgasına ayırmaya çalışan büyüklerin çabasına benziyor.

İki anne ve iki çocuk ya da iki baba diyelim. Çocuklar atışıyor birbirine vurmaya başlıyor ya da tartışıyor.Tepkiler nasıl oluyor peki genelde?

“Yapma çocuğum bu yaptığın doğru değil!” demekten önce, ya “ne yaptın da vurdu?” yani sen suçlusun, ya “sen de vursana kendini korusana!” yani kendini koruyabilmenin tek yolu şiddet, ya “kaçsana” yani ancak korkak biri olursan kendini koruyabilirsin, ya “bir kendini korumayı beceremiyorsun” yani sen zaten her konuda başarısız birisin gibi bir sürü tepkinin öğrettiği sonuçların da sonuçları değil mi?

Ve bunları öğrenerek yetişen ve yaşayan bireylerin, büyüdükleri zaman nasıl bir kişiliğe sahip olabileceğinin yapı taşlarını oluşturmuyor mu?

Yani “yapma çocuğum bu doğru bir davranış değil, bunu ne senin kimseye, ne de kimsenin sana yapmaya hakkı yok” yani "hem kendi hakkını korumalı ama karşındakinin hakkına da saygı göstermelisin" öğretileceği yerde, yukarıdaki tepkilerle karşılaşmıyor mu çocuklar daha hayatı yeni tanımaya başladığı dönemlerde…

Üstelik bu ve bunlar benzer tepki cümlelerinin altında yatan tek şey suçlama öğretisi. Yani vurmazsan da sen suçlusun, koruyamıyorsan da sen suçlusun, hatalıysan sana vurulduysa da gene sen suçlusun. Ardında bir tane eğitici tepki yok. Ve böylece de oluşuyor kişilikler işte.

Şimdi o zaman bu durumda sadece erkek mi suçlu oluyor? Yani çocuğa bunu öğreten sadece erkek mi oluyor? Hele de bizim ülkemizde çocukları genelde anneleri yetiştirmiyor mu? Gerçekçi olmak gerek.

Demek ki daha çocukluktan çözmeliyiz bu işi.

Sırf bu işe bir suçlu bulmak uğruna erkeğe yüklenip kadın üzerinden birtakım hesaplar yapmak insanca oluyor mu? Vurmasa bir türlü vursa bir türlü. "Sen ne biçim erkeksin dayak mı yedin?","Sen ne biçim erkeksin kadına bu kadar yumuşak davranılır mı?", "Böyle erkek olur mu çaksaydın ya bir tane". Şiddet görse bir türlü gösterse bir türlü."Ağlama sen de ne var erkek o bir tane vurmuş", "Kim bilir sen de ne yaptın da vurdu?","Erkek hem sever hem döver". Kız çocuğa da erkek çocuğa da söylenenler bu...

Kadınlar günü, çocuklar günü tamam iyi ki de varlar ama bu günlerle olmaz bu iş.

Tüm iktidarların dünya üzerindeki şiddet olayları ile yapacağı tek ve en öncelikli şey çocukların eğitimine vermeleri gereken önem.

Tabi ki kadın-erkek, aile eğitimleri de çok önemli ama ne demiş atalarımız?

“Ağaç yaşken eğilir”

Çocuklukta yaşanan travmaların insan hayatı ve kişiliğinde nasıl belirleyici etken olduğunu hepimiz az çok bilmiyor muyuz?

Yani ne kadın ne erkek.
Önce insan.
Önce çocuk.

Daha doğduğu andan itibaren aile-devlet-okul işbirliği içinde yetiştirmeli tüm çocukları…

Çünkü görüyor, duyuyoruz ki şiddet yanlısı bireye neyi yasaklarsanız yasaklayın, önüne ne engel koyarsanız koyun hiçbir şey durdurmuyor. Bir yolunu buluyor ve içinde birikenleri bir şekilde birilerine üstelik de şiddet kullanarak yansıtıyor. İster kadın ister çocuk hiç fark etmiyor. Çünkü o birey daha çocukluktan itibaren başka bir boyutta düşünüyor, yaşamını sürdürüyor, çözümlerini bunların üzerinden oluşturuyor.

Ve çözüm şekli ise sadece şiddet göstermek oluyor. Çünkü sadece onu biliyor.

Bir de işin televizyon boyutu var ki bilim insanları bunların bu kadar aleni bir şekilde televizyonda yayınlanmasının da son derece sakıncalı olduğunu söylüyor.

Çünkü bu da şiddetin bireyler üzerinde süregelmesini sağlamanın başka bir yolu.
Bakın televizyonlara hep mağduriyet hikayeleri.
Çünkü onlar prim yapıyor, onlar birilerinin cebini bolca dolduruyor.

Tam tersi başarı hikayelerini ne kadar görüyorsunuz televizyonlarda mesela?
Ben söyleyeyim çok az.
Çünkü bunlarla kimse ilgilenmiyor.

Kimsenin bunlara öyle çok üzüldüğü falanda yok. Ah vah! O kadar. Çünkü çoğu aynısını yaşıyor hayatında ve kendine bile üzülemiyor. Nasıl üzülsün ki kendine üretecek çözümü yok! Ya yüzsüzlüğe vuruyor, ya çaresizliğine hayıflanıyor ya korkudan kabullenip yaşamaya çalışıyor ya da zaten yaşamını yitiriyor.

Ülkemizdeki rakamlara biraz göz atacak olursak da ülke genelinde eşi veya eski eşi tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılan kadınların oranı yüzde 39 civarında. Eğitim oranı düşük semtlerde yüzde 97'lere çıkıyor. Kadınların yüzde 49’u yaşadıkları fiziksel şiddeti kimseye anlatamıyor. Şiddet sonrasında sivil toplum örgütleri, polis, savcılık vb. kuruluşlara başvurmayanların oranı yüzde 92’ye kadar çıkıyor.

Korkunç bir rakam bu.

Yani ne tür çalışmalar yapılırsa yapılsın bu bize bir arpa boyu bile yol gidemediğimizin bir kanıtı...

Şiddetin en yoğun yaşandığı bölgeler ise Doğu Anadolu ve İç Anadolu bölgeleri olarak kayıtlara geçmiş durumda. Yani biz canavarız. Kaba kuvvetten başka bir şey öğretilmemiş ki bize...

Şimdi konumuz o değil diye savaşlardan bahsetmiyorum ki hep aklımda!

Erkek babası şiddet görürken babaya düşman oluyor ama kendisinin yaptığı ilk iş gene kadına şiddet göstermek oluyor. Araştırmalar bu durum için,”evlerinde şiddet sahnelerine tanık olan erkek çocuklar büyüdüklerinde şiddete eğilimli oluyorlar" diyor.

Doğuda bakın yıllardır izliyoruz. Ezilen, öldürülen hep çocuk, kız, kadın ama bunu yapan erkeğin annesi kıymetli, sözü çok önemli. O sözü pek geçen anne kendisi de kadın ama kızının ölüm fermanını veren gene kendisi. Oğul anaya saygı duyuyor ama kız kardeşini öldürüp karısına şiddet gösterebiliyor.

Neden mi? Çünkü büyürken başka türlüsünü görmüyor, öğrenmiyor ya da yapması öğütlenenen ya da dayatılan bu sadece. Başka davranış şekli yok ki bildiği. Nasıl yapsın daha iyisini bu durumda.

Evde şiddet, aşağılama gırla…
Sokakta şiddet vahşet çokça…
Dünyada şiddet, savaş, kavga tonla…

Yani doğduğumuz andan itibaren öğretilen ya da gösterilen gene şiddet gene şiddet.

Eğitilen kız çocuğu kendini koruyor ama eğitimliler daha çok şiddet eğilimli oluyormuş. Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmaya göre; "Öğrenim düzeyi arttıkça fiziksel şiddet oranı azalıyor. En az bir kez dayak yeme oranı okuma yazma bilmeyenlerde yüzde 43 iken, öğrenim görmüş kadınlar arasında yüzde 12’dir" deniyor. Özetle her üç kadından ikisi eşinden şiddet görüyor. Birçok araştırma sonucunda kadının erkekten eğitim ve kariyer açısından daha iyi pozisyonda olması da şiddet görme olasılığını artırıyor.

Haydi buyurun bakalım!...
Şimdi sadece kadın eğitilsin mi eğitilmesin mi o zaman?
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi adama?

Demek ki erkeğin eğitimi için de bir şeyler yapılmalı. İnsan psikolojisi zaten çok çelişik bir yapı. Ve esası daha çocukken bunun önü alınmaya çalışmalı.

Bu işin başkaca bir çözümü yok! Kadın diyoruz erkek diyoruz dönüp dolaşıp gene çocukluğa geliyoruz çünkü.

Çocukluğunda sıklıkla televizyon izleyen çocuklar, büyüdüklerinde şiddet yanlısı bireyler haline geliyorlarmış gene bir araştırmaya göre. Görülüyor ki televizyonun etkisi yadsınamayacak düzeyde bireyler üzerinde.Tüm araştırmalar bu sonucu doğruluyor ne yazık ki dikkat etmek istemesek de. Bence biz devam edelim kadına şiddet haberlerini en feci halleri ile vermeye. Bu şekilde değil bu işi çözmek daha şiddet yanlısı gençler yetiştiriyoruz farkında olan yok.

Televizyonların halk bunu istiyor diye verdiği her şey tamamen dayatmaca.
Halk nasıl istesin ki?
Öğretmiş miydiniz ki ne istemesi gerektiğini siz halka?

Tabi bir de dünyaya bakmak lazım bu arada şiddet insanlığı ne kadar esir almış acaba?

Kadın haklarını koruma konusunda daha ileri düzeyde olan ülkelerde dahi hayatlarının bir döneminde cinsel veya fiziksel şiddete maruz kalan kadın oranının yüksekliği ABD’de yüzde 55, Almanya’da yüzde 25, Danimarka’da yüzde 27, Norveç’te yüzde 22.

Tüm bu rakamlar bize kadına yönelik şiddetin sadece bir gelişmişlik sorunu olmadığını gösteriyor. Sadece bizim ülkemize ait bir sorun gibi de görünmüyor. Sadece kadın sorunu demek sığlıktan öteye geçmiyor.

Çünkü bu sonuçlar dünya üzerinde insanlığın şu anda bulunduğu durumu çok güzel özetliyor.
Ve bunun tek nedeni de eğitimsizlik.
Şiddetin insanca bir davranış şekli olmadığını öğretmememiz.

Tüm dünya ülkelerinde sadece kadın üzerinden yürütülen yanlış (ama bilinçli) kadın politikaları yüzünden, eğitim üzerinden yapılan kirli politikalar yüzünden.

Çünkü ne yapıyoruz?

Şiddeti engellemeye çalışacağımıza, şiddetten nasıl korunacağımızı öğretmeye çalışıyoruz.
Bu mu yapmamız gereken?
Bu bir doğa olayı mı ki korunmak için çareler üretelim!
Bu bir deprem mi? Bizim elimizde olmayan ki onda bile elimizde olan şeyler var tetiklememek adına…

Niye korunmaya çalışıyoruz? Neden korunmak zorundayız?

Hadi aileleri eğitmek için çok bir şey yapamıyoruz diyelim neden bunu bir insanın yapmaması gereken bir davranış şekli olduğunu en azından okullarda ciddi bir şekilde öğretmiyoruz? Hem kız hem de erkek çocuklarına?

Bu o kadar kolay mı demesin kimse bana?

Bir çocuğu eğitmek, bilmem kaç yaşına gelmiş bir kadın ya da bir erkeği eğitmekten çok daha kolay pekala da...

Hadi biz gelişmekte olan ülkeler sınıfındayız ancak toparlıyoruz bu tür çalışmaları.
Dünya da da böyle.
Demek ki bu işi çocukluktan çözmek gerek gene geldik mi aynı kapıya?

Yani eğitim eğitim eğitim.
Kadın erkek ayırmadan insana eğitim.
Çocukluktan başlayarak ama…

Geçen yıl 11 Ekim “Uluslararası Kız Çocukları Günü” sebebiyle yoksul çocuklara yönelik çalışmalar yapan Plan International adlı grup tarafından yayınlanan bir araştırma raporunda “Dünyada tahminî olarak 75 milyon kız çocuğunun temel eğitimden yoksun olduğu, üçünden birinin okula gitmediği belirtiliyordu. Yaşları 11-15 arasında değişen 39 milyon kız çocuğu üzerinde yoğunlaşan rapor, özellikle gelir seviyesi düşük ülkelerdeki kız çocuklarının okul eğitimi almasının yaratacağı olumlu etkiyi vurguluyor, “Eğitim almış bir kız daha az şiddete maruz kalıyor ve çocuk yaşta evlendirilme ihtimali azalıyor. Aynı zamanda eğitim almış bir kız çocuğu büyüdüğünde hem kendisinin hem de çocuklarının okuyup yazabilme ve sağlıklı olma ihtimali de artmış oluyor” diye açıklanıyordu. Yine rapora göre eğitim almış kız çocukları daha fazla para kazanabiliyor; bu sayede ailelerine ve içinde yaşadıkları topluma katkıda bulunabiliyor deniyordu. Raporda “Eğitimli kız çocukları hayat kurtarabilir ve geleceği değiştirebilir derken abartmıyoruz” ifadeleri de yer alıyordu.

Araştırma sonuçlarına göre; Batı Afrika ülkesi Gana'da, çocukların yüzde 75'i şiddetin temel kaynağının öğretmenler olduğunu, ailelerin yüzde 83'ü, kızlarının okulda hamile kalmasından korktuğunu, Togo'da kız öğrencilerin yüzde 16'sı sınıf arkadaşlarının hamileliklerinden öğretmenlerin sorumlu olduğunu söylüyor.

Trajedinin boyutlarına bakın Allah aşkına!

Gerekçe çoktur, herkesin bir fikri vardır, çoğunun bir çözümü.Ya da belki en temel nedenleri bizden de iyi bilen vardır.

Ama bunun için alim, uzman, psikolog olmaya gerek var mı? Her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor.Her şey ortada. Yani gene kimse bize demeyecek biz şöyle radikal reformlar yapıyoruz bu konuda. Sığınma evi, kadın kanunu vesaire...

Üst düzey bir yetkili anlatıyordu geçen akşam televizyonda.
Efendim şu şu projemizde 'uzmanlarla konuşunca insanlar boşanmaktan vazgeçip devam etme kararı aldılar. Aile birliği ve bütünlüğü korunabilecek. Çünkü nüfusumuz yaşlanıyor bunu artırmamız gerek"

Oysa gerçekte çatırdayan, kırılan, parçalanan hiçbir şeyin bir daha eski haline gelmediğini sadece yaşayanlar bilir.

Yani, yarından sonra şiddet azalmayacak hayatımızda.

Ya da kadınlar günü hatırına daha da yoğunlaşan çalışmalar meyvelerini verecek değil hemen öyle bir anda.

Yarından sonra yetişecek çocukların nasıl bireyler olacağını ise biz değilsek de çocuklarımız ne yazık ki yaşayacakta!...

Demeyecekler mi sen bir şey yapmadıysan ne yapayım ki ben yarından sonra?

O zaman dün kadınlar günü kutlansa ne olur kutlanmasa!


Ferda Şen


E-mail:
ferdasen@bahcesehirnews.com

Twitter:
@ferdassen

Facebook: Facebook.com/ferdassen

28 Şubat 2013 Perşembe

Yeni Papa nasıl seçilecek?

Yeni Papa nasıl seçilecek?

 

Katolik Hristiyanların ruhani lideri Papa 16'ncı Benediktus, görevinden ayrılmadan önce Aziz Petrus meydanında son vaazını verdi. 16'ncı Benediktus, bu akşam Papa sıfatıyla son görüşmelerini yaparak Vatikan'dan ayrılacak. 

Makamından bu akşam ayrılacak olan Papa 16. Benediktus, halefine kayıtsız şartsız itaat edeceğine dair söz vererek Kardinallere son kez hitap etti. "Dualarınızda size yakın olmaya devam edeceğim." diyen Papa 16. Benediktus'a, görevden ayrıldıktan sonra "Emerit Papa" ya da "Emerit Roma Piskoposu" unvanlarıyla hitap edilecek.

Peki yeni Papa nasıl seçilecek?

Yeni Papa'nın mart ayının sonuna kadar seçilmesi bekleniyor.

Tarihte papalar nasıl belirlendi, papalık seçimi nasıl yapılıyor ayrıntıları ile haberimizde...

Katolik alemi ruhani liderini binlerce yıllık geleneklere bağlı kalarak törenler eşliğinde belirliyor. Bunun için seçme yetkisi olan kardinaller, Latince olarak “extra omnes“ cümlesini söyleyip Sistine Şapeli’ni boşaltıyor. Bu işi olmayanlar dışarı anlamına geliyor.

Ardından şapelin büyük kapısının kapanması ile kardinaller aday isimler üzerinde görüşmeye başlıyor.

Kilise hem Papalık seçimini düzenleyen kurallar açısından oldukça sıkı hem de kilise gelenekleri açısından da oldukça baskın.

Kilise üyesi herhangi bir din adamı kilise kurallarına göre, Papa olma şansına sahip olsa da kardinaller şimdiye dek papayı hep kendi aralarından seçti.

En uzun soluklu papalık seçimi 3 yıl sürdü


Kilise tarihinde genelde kardinaller papa olma şansına daha yakın olsa da Vatikan tarihinde uzun süren papalık seçimlerine de rastlanıyor. Bunlardan biri oldukça, eski.

Vatikan’da 13. yüzyılda yeni papayı seçmek için toplanan kardinaller, aylar süren çabalara rağmen herhangi bir isim üzerinde uzlaşma sağlayamamış. Papaların o dönemde ikamet ettiği Viterbo kenti halkı, aylar süren belirsizlikten bıkmış ve yeni papayı bir an önce seçmeleri için kardinalleri bulundukları saraya kilitlemiş. Yiyecek-içecek verilip, kapısına da asker dikilmiş.

Kardinallerin toplanmasına verilen Latince isim “Konklave“ de o dönemden geliyor. Konklave “bir anahtarla kilitlendi“ anlamına geliyor. Ancak kapının kilitlenmesi de kardinallere yardım etmemiş.

Fakat Vitero halkı yılmadan Kardinallerin kaldığı sarayın çatısını sökmüş. Halk böylece rüzgâr ve yağmur altında daha çabuk bir karar verilmesini sağlamaya çalışmış. Ancak tüm bunların hiçbiri sonuç vermemiş.

Sonra 10. Gregor adını alan Papa Tedaldo Visconti, ancak üç yılda seçilebilmiş. Dolayısıyla bu olay tarihteki en uzun Papa seçimi olarak anılıyor.

En hızlı papalık seçimi

En kısa sürede yapılan Papa seçimi ise 1939 yılında Papa 12. Pius’un. Kardinaller o zaman yeni liderlerini sadece birkaç gün içinde seçmiş olsa da tarihçiler bu başarıyı dönemin kötü koşullarına bağlıyor. Dünyanın dört bir yanından gelen kardinaller, yeterli kalacak yer bulunmadığı için Sistine Şapeli’nin koridorlarında yatıp kalkmışlar, koridorlara kurulan ve paravanlarla ayrılan yataklarla öğrenci yurtlarını andıran bir ortamda seçimi gerçekleştirmişler.

Tüm bu zorlukların farkına varan Papa 2. Jean Paul ise Kardinaller Meclisi için özel bir misafirhane yaptırmış.

Toplam 166 özel odadan oluşan misafirhanenin her odasında büyük bir yatak, mini bir bar ve banyo bulunuyor. Telefon ve televizyonun olmadığı odalarda kalan kardinallerin ne dışarıdan bilgi alma ne de dışarıya bilgi sızdırma hakları var. Kaldıkları yerle toplantının yapıldığı şapel arasındaki bir kilometrelik yolu da yürüyerek gitmeleri yasak, transfer sadece otobüslerle sağlanıyor.

"Artık bir papamız var"


Yeni Papa seçildiğinde ise “Habemus papam“, yani “artık bir papamız var“ cümlesi ile tüm dünyaya yeni papanın seçildiği duyuruluyor. Ancak bu duyurudan önce oy pusulalarının hepsi geleneklere göre sobada yakılıyor.

Böylece Vatikan Sarayı’nın bacasından beyaz dumanla yeni papanın seçilmiş olduğu işareti gönderilmiş oluyor. Eğer kazanan yoksa, oy pusulaları siyah renk veren bir kimyasal madde ile yakılıyor.

Bugünden itibaren artık Hrıstiyan dünyası yeni Papa'sının nisan ayından önce seçilmesini bekliyor.

19 Nisan 2005 tarihinde Papa seçilen 16. Benediktus görevi bırakma kararı almasının ardından tüm dünya gündemini değiştirmişti.

Papa'nın, bugün gerçekleşen halka açık son genel oturumunu ise 3 binden fazla gazeteci takip etti. 

Ferda Şen


E-mail: ferdasen@bahcesehirnews.com

Twitter: @ferdassen

Facebook: Facebook.com/ferdassen

Blog: ferdasen.blogspot.com

23 Şubat 2013 Cumartesi

OSCARLARDA DÜNDEN BUGÜNE İZ BIRAKANLAR

OSCARLARDA DÜNDEN BUGÜNE İZ BIRAKANLAR

Bu yıl 85'incisi yapılacak olan Oscar Törenleri'nde dünden bugün dek birçok isim akıldan çıkmayan nice izler bıraktı.İşte ünlü isimlerin ödül sevinci ile akıllardan çıkmayan sahneleri...

Sinema dünyasının en prestijli ödüllerinden olan 85'inci Oscar Ödülleri Töreni bu gece yapılacak. Sunuculuğunu, 'Family Guy' dizisinden tanınan Seth MacFarlane'nin yapacağı 85'inci Oscar Ödülleri, bu gece sabaha karşı saat 03.30'da Los Angeles'taki Dolby Theatre'da düzenlenecek bir törenle sahiplerini bulacak.

Tüm dünyanın merakla beklediği Oscar Ödül Törenlerinde dünden bugün dek birçok isim akıldan çıkmayan nice izler bıraktı. Unutulmayan bu karelerin bazıları dudak uçuklatan bazıları güldüren bazıları da şaşırtan cinsten birçok kareyi Oscar tarihine yazdırdı.

Dünyanın hayranlıkla izlediği ünlü sanatçılardan kimi mutluluktan ağladı, kimi ödülü almayacağını dünyaya ilan etti kimi de sahnede şınav çekti.

İşte dünden bugüne Oscar'larda iz bırakanlar:

1972: Kahraman gibi karşılandı

O zaman dek iki kez Oscar kazanan ancak ''Amerikan aleyhtarlığı'' yaptığı için sürgün edildiği ABD'ye 20 yıl aradan sonra dönen Charlie Chaplin'e verilen onur ödülü olay oldu. Adeta kahraman gibi karşılanan ve törende uzun süre alkışlanan Chaplin gözyaşlarına hakim olamamıştı.

1973: Ödülü reddetti

''Baba-Godfather" filmiyle "En İyi Erkek Oyuncu" dalında Oscar ödülü kazanan Marlon Brando'nun yerine sahneye çıkan "Sacheen Littlefeather" isimli kızılderili genç kız, Brando'nun Oscar ödülünü reddettiğini ve aktörün ''sinema endüstrisinin Amerikalı yerlilerin sorunlarına duyarsız kaldığı gerekçesiyle ödülü kabul etmediği'' yönündeki mesajını tüm dünyaya ilan etti.

1974: Hiç oralı olmadı

David Niven'ın sunuculuk yaptığı törende Liz Taylor'ın ismi anons edildiğinde Robert Opel adlı kişi çıplak bir şekilde sahneye geldi. Sunucu Niven, hiçbir tepkide bulunmadan, gayet sakin bir şekilde davetsiz misafirine esprili bir yanıt vererek konuşmasına geri döndü.

1979: Anne babasına teşekkür etti

Dustin Hoffman; Hoffman ''Geceyarısı Kovboyu'' filmiyle 1969'da, ''Lenny'' filmiyle 1974'te aday gösterildiği törenlere katılmayı reddetti. Ve zamanda bir televizyon muhabirine "Ödülleri terbiyesiz, ahlaksız, kirli ve abartılı buluyorum. Güzellik yarışmalarından hiç farkı yok" ifadelerini kullandığı belirtildi. Ancak 1979'da ''Kramer Kramer'a Karşı''daki rolüyle kazandığı ''En İyi Yardımcı Aktör Ödülü''nü almak için sahneye çıkarak "Doğum kontrolü yapmadıkları için anneme ve babama teşekkür ederim" dedi.

1992: Mutluluktan şınav çekti

Oscar töreninde 73 yaşındaki aktör Jack Palance, "City Slickers" filmiyle "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ödülünü kazandı ve sahnede aniden şınav çekmeye başladı.

1998: Sahnede koşturdu

''Hayat Güzeldir-Life is Beatiful'' adlı filmdeki rolüyle zorlu rakipleri Tom Hanks ve Ian McKellen'ı geride bırakan İtalyan yönetmen ve oyuncu Roberto Benigni, sürpriz sonuç karşısında ok mutlu oldu ve salonda oradan oraya koşuşturdu. Bu hali Benigni'yi, Oscar tarihinin ödül aldığına en çok sevinen oyuncusu yaptı.

1999: Ağlamaktan konuşamadı

''Aşık Shakespeare'' filmindeki rolüyle ''En İyi Kadın Oyuncu'' ödülünü kazanan Gwyneth Paltrow, hıçkırarak ağlamaktan konuşmasını bile yapamadı. Bu hali ile sanatçı, Oscar törenlerinin en çok ağlayan yıldızı unvanını da kazanmış oldu.

2002: İlk siyahi kadın sanatçı

''Monster's Ball'' filmindeki rolüyle ''En İyi Kadın Oyuncu'' ödülünü alan Halle Berry, bu ödülü kazanan ilk siyahi kadın olarak tarihe geçmekle kalmadı, ödülünü tüm kadınlara ithaf etti ''Bu an benden çok daha büyük...'' dedi.

2007: Sonunda başardı

5 kez aday gösterildiği halde Oscar'ı bir türlü alamamasıyla dikkat çeken sinemanın efsane yönetmenlerinden Martin Scorsese, altıncı kez aday gösterildiği ''Köstebek-The Departed'' adlı filmle sonunda Oscar'ı almayı başardı.

Steven Spielberg, George Lucas ve Francis Ford Coppola, ödülü sunmak için sahneye geldikleri ve zarftan Scorsese'nin ismi çıktı. Scorsese, ''iyi kontrol ettiniz mi zarfı, emin misiniz?'' diye espri yaparken, sinema dünyasının aynı kuşaktan dört büyük yönetmeni mutluluk karesinde bir araya gelmiş oldu.

2011: Ağzından küfür kaçtı

Melissa Leo ''Dövüşçü'' filmindeki rolüyle ''En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü''nü aldığı esnada konuşurken ağzından küfür kaçırdı ve Akademi Ödülleri tarihinde bir ilke imza atmış oldu.

2012: Heykelle konuştu

Geçen yıl ''En iyi Erkek Yardımcı Oyuncu'' dalında ''Beginners'' filmdeki rolüyle ödüle layık bulunan Christopher Plummer yaptığı konuşmada altın heykelciğe bakarak ''Biliyor musun, benden sadece 2 yaş büyüksün" ifadelerini kullanarak heykelle ilk konuşan sanatçı oldu. 


Ferda Şen


E-mail: ferdasen@bahcesehirnews.com

Twitter: @ferdassen

Facebook: Facebook.com/ferdassen

Blog: ferdasen.blogspot.com